Osman Ulubaş İlköğretim Okulu Türkçe Bilgi Yeri
  12 Mart Yazısı
 

İSTİKLÂL MARŞIMIZIN KABUL EDİLMESİ (12 Mart)

   Dinler, milletler, toplumlar, varlıklarını kökleştirmek, birliklerini ve güçlerini artırmak, amaçlarını, ortak ideallerini gönüllere yerleştirmek için müziğin çekiciliğinden yararlanmışlardır. Bu amaçla ordulara, erlere, çeşitli meslek mensuplarına, dernek ve kuruluşlara, kurumlara, türküler ve marşlar yakılmış, bunlar hep bir ağızdan söylenmiştir.Bu gibi müzik parçalarının doğru, pürüzsüz, coşkulu ve saygılı söylenmesi için, yönetici durumunda olanlar tarafından titizlik gösterilmiştir. Müzik de diğer sanat dalları gibi, toplumların duygularını ifade eder. Hindistan'da yabancılar karşılaşınca birbirlerine kim olduklarını sormazlar: "Siz nasıl türkü söylersiniz?" diye sorarlarmış. Çünkü müzik bir insanın ruhsal durumunu, kişisel ve toplumsal özelliklerini, (aşağı-yukarı) nereli olduğunu, nüfus cüzdanı kadar belirtir.
    M.Ö. VI. yüzyılda yaşamış olan bilge Antisnes: "Bir milletin müziği değişirse, o ülkenin kanunları da değişir." demiştir.
Montesquieu: (Monteskiyö) "Bir ülkenin türkülerini yakanlar, kanunlarını hazırlayanlardan daha önemlidir." diyerek müziğin toplumsal önemini belirtmiştir.
    Batıda ulusal kurallara göre devletler kurulunca, bunların bayrakları gibi, kendilerini tanıtan, simgeleyen marşları olması gerektiği anlaşıldı. Bu türküleri diğerlerinden ayırmak için, adına "millî marş" denildi. Fransa'da 1789 ihtilallinden sonra millî marş kendiliğinden doğdu. Öteki milletler de çeşitli yollardan ve düşüncelerden geçerek millî marşlarını yaptılar.
    Türklerde çalgı, bağımsızlık ve egemenlik simgesidir. Türk toplulukları, bağımsız bir devlet kurunca, bunu kamuoyuna yaymak için çadır kurar, bayrak çeker, davul çalarlardı. Büyük Türk devletleri içinde devlet olmaya değer beylikler türeyince hakan bunlara bağımsızlık simgesi olarak bayrak, davul, çadır ve yiyecek gönderirdi. Osman Gazi uç-beyi olunca, bağlı bulunduğu Selçuklu Sultanı kendisine egemenlik simgesi olarak davul ve bayrak göndermişti.
    Yalnız Batı'da değil, bizde de, egemenlik simgesi olarak göz için bayrak, kulak için müzik olduğunu bu gerçeklik göstermektedir. Davul yalnız bir çalgı olarak kalmayıp, bunun yanına başka enstrümanlar da (katılarak "Mehter takımı" ve "Mızıka-i Hümayun" a kadar ulaşan bir gelişme görülmektedir.
    Bu ilerlemede, kökü millî varlığımızda bulunan inançlarla, batı uygarlığından gelen bilgilerin sarmaşarak bağlaşıp 'kaynaştığı gözlenmektedir.
 

İSTİKLÂL MARŞINA İHTİYAÇ DUYUŞUMUZ

    Batı ile ilişkilerimiz gelişmeye başlayınca, onların önemli gördükleri yönleri kendimize örnek almaya başlamışız. Batılılarla olan ilişkilerimizde bizim de bir millî marşımız olması gerektiği anlaşıldı, destanlaşan Köroğlu türkülerimiz vardır. Fakat bunların hiçbirisi geneldeki millî marş boşluğunu dolduramaz. Hepsi de halk arasında duygulu ve coşkuluca söylenir ama, devletçe seçilmiş, milletçe benimsenmiş, resmî bir marş boşluğu hissedilir.
    Millî Marşımızın olmayışı, zaman zaman bizi zor durumlara düşürüyordu. İstiklâl Marşımızın kabul edilmesinden önce Türk sporcuları Avrupa'da uluslararası bir karşılaşmaya giderler. Karşılaşma öncesi diğer takımın sporcuları kural gereğince sırayla millî marşlarını bir ağızdan söylerler. Sıra bizimkilere gelince, devlet ve milletçe kabul ettiğimiz bir millî marşımız olmadığı için zor durumda kalırlar. Bu kez hep bir ağızdan: "Hamsi koydum tavaya.." türküsünü söyleyerek, o an için işin zorluğunu geçiştirirler. Burada millî bir marş eksikliği bütün açıklığı ile hissedilmiştir.
 

İSTİKLÂL MARŞI İÇİN YARIŞMA AÇILMASI
    Kurtuluş Savaşı'nın ilk yıllarında, ordunun eğitimi bakımından müziğin önemi takdir edilerek, halkı ve askerleri coşturacak, inanç ve güvenlerini artıracak bir millî marş yazdırılması ve bestelenmesi düşünülür. O günlerde yazar ve şairlerimiz, gazete ve dergilerde millî duyguları coşturucu yazı ve şiirler yazarlar. Güzel konuşma 'becerisi olanlar askerler ve halkın arasında ateşli, heyecanlı konuşmalar 3'apar-lardı. Benzeri etkinlikler okullarda da görülüyor ve etkili oluyordu. Mehmet Emin Yurdakul, Semih Rıfat gibi şairlerimiz cepheye giderek askerlerin anlayacağı dilde (konuşmalar yapıyor, şiirler okuyorlardı. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde de bir irşat encümeni kurulmuştu.
    Bu sırada Batı Cephesi Komutanlığı askerlerin ve halkın millî duygularını geliştirerek coşturacak bir şiir yazılıp bestelenmesini kararlaştırır.
Bunun için yarışma açılmasını, birinci olacak şiiri yazana 500 Lira, besteleyene de 500 Lira ödül verilmesini uygun bulur.
    Bu yarışmaların düzenlenerek sonuçlandırılması görevi, Millî Eğitim Bakanlığına verilir. Konu Millî Hükümet'in ilk Maarif Vekili {Millî Eğitim Bakanı) Dr. Rıza Nur ile Batı Cephesi Komutam İsmet Paşa (İnönü) arasında görüşülerek karara varılır. Millî Eğitim Bakanı Dr. Rıza Nur bu işle, o zamanlar yeni (kurulmuş bulunan bakanlığının müsteşarı' durumundaki Kazım Nâmi Duru'yu görevlendirir. Aynı konu İsmet Paşa ile müsteşar Duru arasında da görüşülür. Bu arada Dr. Rıza Nur Millî Eğitim Bakanlığı'ndan ayrılır. Yerine Antalya Milletvekili Hamdullah Suphi Tanrıöver getirilir. Bu aşamada İstiklâl Marşının yazılması için yarışma açılır. Yarışma bir genelgeyle okullara duyurulur. Gazetelere ilân verilmez. Ancak, o zamanlar bu şiiri yazabileceğine inanılan şairlere de özel mektuplarla yarışmaya katılma çağrısı yapılır.
    Açılan bu yarışma ilgi görür. Ancak katılanların arasında Mehmet Akif Ersoy yoktur. Bu işin para karşılığı yapılmasını Akif gururuna ve duygularına kabul ettiremediğinden yarışmaya katılmaz. O'nun yarışmaya girmemesinin nedenini Millî Eğitim Bakanı Tanrıöver öğrenerek kendisine özel bir mektup gönderir. Soruna gereken çözümün getirileceğini belirterek yarışmaya katılmaya çağırır. Bu güvence üzerine Mehmet Akif de İstiklâl Marşını yazarak yarışmaya katılır.
    Yarışmaya toplam 724 şiirle [katılım sağlanır. Bakanlıkta kurulan komisyonda bunların 717 tanesi elenir. Aralarında Akif'in yazdığı İstiklâl Marşı'nın da bulunduğu 7 şiir bugünkü deyimi ile finale kalır. Âkif'ten başka, Kâzım Karabeikir Paşa, Kemalettin Kamu, Muhittin Baha Pars, Hüseyin Suat da yarışmaya katılan ünlülerdir.
    Millî Eğitim Bakanı 'Hamdullah Suphi Tanrıöver, İstiklâl Marşı'nı finale kalan yedi şiir arasından TBMM'nin seçmesini istiyordu.
 

İSTİKLÂL MARŞININ TBMM'DE KABUL EDİLMESİ
    İstiklâl Marşı yarışmasına katılan şiirler içinde Akif'in şiiri dikkatleri çekiyordu. Bu eser daha Meclis gündemine gelmeden önce yurt 'genelinde duyulmuştu. Şiir olarak Ankara'da 17 Şubat 1921 günü Hakimiyet-i Milliye Gazetesi'nin ilk sayfasında, yine aynı tarihli Sebülürreşat Dergisi'nin de birinci sayfasında, 21 Şubat günü ise, Kastamonu'da çıkan Açık Söz Gazetesinde yayınlandı. Kamuoyunca çok beğenildi.
    Finale kalan yedi şiir çoğaltılarak milletvekillerine dağıtıldı. Bu sıralarda yılbaşı ve malî yılbaşı 1 Mart sayılıyordu. Millî Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Bey, Akif'in şiirini bütçe görüşmeleri sırasında Bütçe Komisyonu önünde okudu. Şiir çok beğenildi.
    1 Mart yılbaşı günü olduğu için, şiirin yeni yılbaşında TBMM kürsüsünde okunması önerildi. Hamdullah Suphi Bey zaten çok iyi bir hatipti. Kürsüye gelerek o gür ve coşkulu sesiyle Akif'in şiirini okuyunca çok alkışlandı.
    12 Mart 1921 günü yapılan Meclis görüşmeleri sırasında General Ali Fuat Cebesoy'un babası, Balıkesir Milletvekili İsmail Fazıl Paşa Akif'in şiirinin bir daha okunmasını teklif etti. Hamdullah Suphi Bey kürsüye gelerek, coşkulu ve heyecanlı olarak şiiri bir daha okudu. Milletvekilleri ayakta dinlediler ve alkışladılar. Aynı anda İstiklâl Marşı üzerinde tartışma ve görüşmeler başladı. Bazı milletvekilleri bu şiir seçiminin kurulacak özel bir komisyonda yapılmasını teklif ettilerse de, oturumu yöneten ikinci 'başkan Adnan Adıvar Akif'in şiirinin kabulünü milletvekillerinin oyuna sundu. Çoğunluğun oylarıyla 12 Mart 1921 de İstiklâl Marşı'mız kabul edildi.
 

İSTİKLÂL MARŞIMIZIN BESTELENMESİ
    Daha önce belirttiğimiz gibi, İstiklâl Marşımızın bestesi de açılacak bir yarışma sonunda belirlenecekti. Akif'in şiirinin kabul edilmesinden hemen sonra, güftenin bestelenmesi için de yarışma açılması gerekiyor ve bekleniyordu. Düşmanların bu sıralarda günden güne İç Anadolu'ya yaklaşmaları, Polatlı yakınlarına kadar sokulmaları havayı gerginleştirmişti. Her şeye rağmen Millî Eğitim Bakanlığı beste yarışmasını açtı. Fakat sonuçlandırmaya zaman bulamadı. Yarışmaya 22 besteci katıldı. Bunların içinde, Zati Arca, Osman Zeki Ün-gör, İsmail Zühtü, Ali Rıfat Çağatay, Ahmet Yekta gibi isimler vardı. Hamdullah Suphi bey besteyi de TBMM'ne seçtirmek istiyordu. Fakat bu sıralarda düşmanla savaşıldığından buna fırsat bulunamadı. Yine bu sıralarda, İstiklâl Marş'ımızın Ankara'da Ahmet Yekta'nın, İstanbul'da da Ali Rifat Çağatay'ın besteleri çalmıyordu.
    9 Eylül 1922'de güzel yurdumuz düşmanlardan arındırıldı. İstiklâl Marşı'nm bestesi ele alındı. İstanbul'da Osman Zeki Üngör yaptığı besteyi şefi olduğu "Mızıka-i Hümayun" un orkestrasıyla çalıyordu. Devlet Başkanı Mustafa Kemal Paşa, Osman Zeki Bey'in bestesinin güzel olduğunu duymuştu. Sanatçı Osman Zeki Üngör Ankara'ya çağrıldı. Mehmet Akif'in güftesi, Atatürk'ün önünde Osman Zeki Üngörün bestesine göre seslendirildi. Atatürk ve diğer dinleyenler bu besteyi çok beğendiler. Öğünden beri Osman Zeki Üngör'ün bestesi Türk Millî İstiklâl Marşı olarak kabul edilmiş oldu.
İstiklâl Marşımız, gerek şiir olarak, gerekse ezgi olarak yıllardır milletimizin göğsünü kabartmaktadır. Zor günlerinde milletimizin moral kaynağı olmuştur.
 

İSTİKLÂL MARŞIMIZIN ÇALINIP SÖYLENECEĞİ YERLER VE ZAMANLAR
1 — 28 Ekim'de Cumhuriyet Bayramı töreninin başlaması sırasında, Cumhuriyet Bayramında, geçit resmine başlamadan önce, devlet başkanının geçit resmini kabul edeceği yeri almalarından sonra.
2 — Zafer Bayramı'nda geçit resminden önce.
3 — Öteki resmi bayramların tören başlangıçlarında.
4 — Devlet başkanlarına yapılan karşılama ve uğurlama törenlerinde.
5 — Bayrak çekme ve indirme törenlerinde.
6 — Yüksek: rütbeli komutanlara yapılan karşılama ve uğurlama törenlerinde.
7 — Uluslararası spor karşılaşmalarında.
8 —Yabancı elçilerin kabullerinde.
9 — Askerî birlik, okul ve kurumlarda yapılan törenlerin başlangıcında.
10 — Devlet başkanının bulunacağı özel törenlerde.
11 — Devlet Büyüklerinin 10 Kasım'dakî Anıt Kabir ziyaretlerinde ve 'diğer hallerdeki Anıt Kabri ziyaretlerinde.
12 — Radyo ve televizyon yayınlarının başlangıç ve bitiminde.
13 — Dernek genel 'kurul toplantılarının başlangıcında.
14 — Askerî birliklerin yemin törenlerinde, alay günlerindeki törenlerde.
15 — 'Kişilere madalya takma törenlerinde.
16 — Okullarımızda yapılan bayrak törenlerinde.
İstiklâl Marşı'mız çalınır ve söylenir.
 

İSTİKLÂL MARŞIMIZIN ÖNEMİ
— Bir konuşma yazısı —
    Toplumların dokusunu oluşturan dil, tarih, 'kültür, yurt, bayrak ve amaç birliği gibi öğelerdir. İnsanların böyle ortak değerlere sahip olmaları, onları bu kavram ve olgular etrafında birleştirir, böylece toplum olma niteliğine ulaştırılır. Bu değerler, toplumları anlamsız kalabalıklar olmaktan kurtararak toplum olabilme bilincine yükseltmektedir.
    İstiklâl Marşımız da, bu ortak değerlerimiz den biridir. O da bizim birlikteliğimize anlam ve önem katan ulusal duygu birliğinin simgesini oluşturmaktadır. İstiklâl Marşı, bir anlamda toplumumuzun özgürlük ve ulusal egemenlik türküsüdür. Milletimizin ortak bir yürek atımıdır.
İnsanlar ve toplumlar, ne kadar çağdaşlaşırsa çağdaşlaşmasını, ne 'kadar evrenselleşirse evrensellersin, ulusal bilinçleri, inançları olmalıdır ve vardır.
İstiklâl Marşımız, milletimizin zor günlerinde yüksek bir moral kaynağı olmuştur, olmaktadır. O, ulusal kurtuluşumuzun kutsal bir destanı olarak kabul edilmektedir.
    Ulusal Marşımızı milletçe hep bir ağızdan haykırdıkça, millî birliğimiz pekişmektedir. O'na duyulan saygı, milletimize ve devletimize duyulan saygıdır. O'nun bir ağızdan söylenişi, egemenliğimizin birlikte haykırılmasıdır. Yüreklerimizde uyandırdığı heyecan, ulusal bilincimizin ve inancımızın ta kendisidir.
İstiklâl Marşımızın gerek şiir, gerekse ezgi (müzik) olarak doğru söylenmesi çok önemli ve hassas bir gerekliliktir. Eksik veya yanlış söylenmesi anlamını da zedelemektedir.
    Bir düşünür: "Bir 'milletin türkülerini yakanlar (söz ve müziğini oluşturanlar) yasalarını yapanlardan daha etkindir." demekle ortak müzik değerinin önemini ne güzel vurgulamıştır?
    İstiklâl Marşımızın, gerek şiir, gerekse beste olarak  zengin bir anlamı vardır. Bu anlam içinde, ulusal kurtuluşumuz, sonsuz egemenliğimiz, kahramanlığımız, ilmek ilmek, nakış nakış coşkuyla ifadesini bulmaktadır.
İstiklâl Marşımız, yüreklerimiz deki ortak duygu ve heyecan, bileklerimiz deki güç, göğüslerimizdeki hopur hopur yürek ve alınlarımızda yanan gururdur.

----------------------------------------------------------------

İstiklal Marşı Hakkında
İstiklal, bedeli en yüksek bir kavram. Bir mübarek mana... Uğrunda, gerekirse her şeyinizi vermeye, her dem hazır olacaksınız ki, istiklal size yar olabilsin.
İstiklal Marşı ise, bir milletin mukaddesleri uğruna ettiği yeminin manzum ifadesidir. İstiklal Marşımız, şanlı geçmişimiz, umut dolu istikbalimiz ve lekesiz istiklalimiz adına yazılmış, hepimizin iştirak ettiği, kutlu bir misak-ı milli” bir sözleşmedir. Milletin kader, kıvanç ve tasa birliğine tercüman olur. Kısaca İstiklal Marşımız, bu yurdun bütün evlatlarının gönlüne nakşolmuş, hayal” değil hakik”, bize has, bizi anlatan, en güzel destandır.

İstiklal Marşı’nı her hangi bir şiirle kıyaslamak, yahut değerlendirmeye çalışmak yanlıştır. Gönlünüz çektiği zaman çok çeşitli, çok güzel şiirler yazmanız mümkün; ama, gönlünüz çektiği zaman İstiklal Marşı yazamazsınız. Çünkü onun yazılmasını gerekli kılan şartları tarih hazırlar. İstiklal Marşı’mız, yazılışındaki edebi san’at ve estetik ifadeler yönüyle yeryüzündeki İstiklal Marşlarının en güzeli, en değerlisidir. Onu ne kadar incelerseniz karşınıza o kadar güzellikler çıkacaktır. Onda öylesine derin manalar ve öylesine yüce ifadeler vardır ki, kelimeler takat ötesi bir özenle seçilmiş ve dünyanın en güzel abidesi yapılmıştır. Türk Milleti bu abideyi kalbine gömmüş, gönlüne nakşetmiştir. Bu söylediklerimizin hepsini kapsayan bir ifadeyle diyebiliriz ki, İstiklal Marşımız tek kelimeyle baştan sona Sehl-i mümten” (kolay göründüğü halde söylenmesi zor) bir eserdir.

Öyle bir şiir yazacaksınız ki, bugünü anlatırken dünü vurgulayacak; dünü anlatırken de geleceğe yönelik kalıcı ve şaşmaz ifadeler ortaya koyacaktır. Bu tarifler, nazım san’atının görev ve boyutlarını aşmaktadır.

Bunun bir istisnası var olabilir; o da İstiklal Marşı’mızdır.
İstiklal Marşı’nın kelimelerindeki derinlik ve vüs’at karşısında sanki nazmın kalıbı çatlayacak gibi gerilir. İstiklal Marşı’nın kelimeleri, Süleymaniye’nin, Selimiye’nin duvarına konan dualı taşlara benzemektedir. Her bir taş insicam ve mehabetinden zerre fedakarlık göstermez. Her kelimede başlı başına yüceliş, estetik ve zerafetin yansıması görülür. Her kelimede ayrı bir sesleniş vardır. Ama bu sesleniş, değişik enstrümanların, oluşturdukları aynı güftenin bestesine benzediğinden, ana tema ile uyum içindedir. Seslendirilen, dile getirilen şey, Türk Milleti’nin tarihidir. Milli Mücadele günlerinin namus ve şeref abidesine dönüşen şanlı direnişidir. Türk Milletinin geleceğe yönelik yaşama azmi, hayatta kalma kararı ve Allah’a kul olma sevdasıdır...


Marşların Özellikleri ve İstiklal Marşı’nın Farklılığı...
Marşlar, genellikle içerik olarak nazmın hamaset ağırlıklı şekliyle yazılır. Kahramanlık, korkusuzluk, zafer ve ümit duyguları marşların hemen hemen hepsinde görülen bir özelliktir. Nitekim İstiklal Marşı yarışmasında ilk altıya giren şiirlere baktığımızda da gördüklerimiz bu ifadelerimizi doğrular mahiyyettedir.

İstiklal Marşı’mızda da yukarıdaki özellikler vardır. Ancak, İstiklal Marşı’mızda kuru bir hamasetin ötesinde başka marşlarda olmayan o kadar çok şey vardır ki, bu farkları vurgulamak için bile sayfalar dolusu yazı yazmak gerekir.

Nedir bu farklar? Hepsini sayamasak da çok belirgin olan özellikleri sıralayalım:
1- Önce Şairinin yazdıklarını duyarak, hissederek ve en önemlisi inanarak yazması bize göre öncelikli ve müseccel bir farktır. Bu cümlenin altı çizilmeli ve İstiklal Marşı’nı anlatan yazı ve yorumlarda asla göz ardı edilmemelidir.
2 - İstiklal Marşı’nın şairinde, bir yarışmaya katılma ve kazanma halet-i ruhiyesi asla sezilmez. Dolayısıyla, İstiklal Marşı gibi harikulade bir destan meydana getirilirken şairde, acaba şurasını şöyle, burasını böyle mi yazsam endişesi yoktur. İnandığı gibi yazmış, ama en güzeli yazmaya özenmiştir. Bu çalışma sırasında İstiklal Marşı’nın mana ve maksadına uygun edeb” ve estetik bir hazırlık ve uğraşı sergilediği ise aşikardır.
3- İstiklal Marşı hamaset fışkıran bir nazım olmaktan öte bir özet, bir tarif ve tanımlamadır. Bir adres koyma ve bir izah getirmedir. İstiklal Marşımızın en önemli özelliklerinden birisi de bu olsa gerektir. Böylesi bir farklı yaklaşım, sadece nesir san’atının konusu olabileceği için, yeryüzündeki hiç bir marşta böyle bir anlam bütünlüğü ve derinliği olduğunu sanmıyoruz.
4 - Tarif ve tanımlama derken ne anlaşılıyor? Bunu biraz açalım. Mesela, İstiklal Marşı’mızda, bir mısra var ki, iki defa tekrar edilmektedir. İkinci kıt’ada ve son kıt’ada... O mısra hepimizin bildiği gibi:
“Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklal” mısrasıdır. Bu mısrada milletimizin hak ettiği bir şey vurgulanıyor; ama o şey söylenmeden önce (ma’lumu ilam da olsa) milletin temel özelliği belirtiliyor:
Bu millet, Allah’a inanır. Bin yıldır İslam’ın Bayraktarlığını yapmaktadır. Böyle bir milletin sonsuza dek İstiklal ile şerefyab olması elbette Hakkıdır, denerek, Türk Milletinin temel ilkelerine dikkat çekiliyor. Cümle alemin idrakine, beynine bu hakikatlar desen desen, nakış nakış, işleniyor. Üçüncü kıt’ada, Türk’ün tarihinden bahsedilir ve tarihin derinliklerinden günümüze milletimize asla esaret prangası vurulamadığı bundan sonra da vurulamayacağı belirtilir. Bütün bunlar bir tek mısraya sığdırılıverir “Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.”
Dördüncü kıt’ada, Batı alemi ve bu alemin amacı, bu amacın dayanakları olan sosyo-kültürel ve ekonomik araçların tanımlaması yapılır.
Beşinci kıt’ada, zaferi kazanmanın temel şartları belirtilirken, altıncı kıt’ada, sahip olduğumuz toprakların nasıl bir vatan parçası olduğu irdelenir. Böylece bu tespit ve teşhisler İstiklal Marşı’nın sonuna kadar devam eder.
Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Demek ki İstiklal Marşı’mız sadece hamaset ve şehamet fışkıran bir destan değil, bunların hepsini koynunda besleyen; hayal gibi müzeyyen bir alem, aşk gibi tarifsiz bir muamma, umut gibi tükenmez bir deryadır.
İstiklal Marşı’nın şairi, Ankara’da Balıkesir’in işgalinin yıldönümü dolayısıyla yazdığı şiir’in bir beyitinde şöyle sesleniyordu:
“Ey benim her taşı bir ma’bedi iman yurdum
Seni ergeç bana mutlak verecek ma’budum”
Demek ki şairde vatan sevgisi öylesine şahlanan, çoşan, zapt olunmaz bir heyecana dönüşüyor ki; vatanın her taşı ona göre bir iman mabedidir. Nitekim bu vurguyu İstiklal Marşı’mızın yedinci kıt’asında açıkça görürüz.
“Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda
Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda!
Canı, cananı, bütün varımı alsın da Huda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.”
Bu vatan uğruna, öylesine şehidler verilmiştir, toprağın altı Allah yoluna öylesine feda olmuş canlarla doludur ki, eğer onu sıkmanız mümkün olsa, içerisinden şehidler fışkıracaktır. İşte senin vatanın böylesine manev” hazinelerle dolu, önemli, değerli ve vaz geçilmezdir.
Bu kıt’anın üçüncü ve dördüncü mısralarında Şair, Yüce Allah’a milletinin ağzından niyaz ediyor, yalvarıyor: Bu cennet vatan için canımı, bütün sevdiklerimi vereyim. Ama yeter ki beni vatanımdan ayırma. Hiçbir şeyim olmasa da, yaşamasam da vatanımın toprağında yatmak bana yeter. (Bu mısralar Oğuz Han’ı hatırlatır. Oğuz Han, düşmanlarının isteğine göre atını, silahını, en yakınlarını verir. Ama iş gayet çorak bir toprak, vatan parçasına gelince vermez. Türklerle, Çinliler harp eder ve Türkler Çin ülkesini baştan başa zaptederler.)*

O günler...
İstiklal Marşı Taceddin Dergahında yazılırken, Polatlı yakınlarında Yunanlı’nın top sesleri duyulmaktadır. Buna rağmen onun hiç bir mısrasında hatta kelimesinde tereddüt ve endişeye rastlanmaz. Zafere dopdolu bir iman gözlenir.

İstiklal Marşı mısralarında, uğruna her şeyimizi vermeye hazır olduğumuz vatanın kıymeti, değeri ve önemi vurgulanmakta: “Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı.” denilmektedir.
Hepimiz bu toprağa hatıralarımızla bağlıyız. Her birimizin bu toprak altında yerini dahi bilmediğimiz şehidleri yatıyor. Anamız, babamız ve sevdiklerimizin, hürmet ettiklerimizin, edebine aşina olduklarımızın, yiğitliğine hayran kaldıklarımızın kabirleri işte yanı başımızda duruyor. Bundan daha büyük, daha değerli bir hazine olur mu?
Evet geçmişte şairlerimiz, mesela İstanbul’un bir taşının Acem mülkünün tamamından daha değerli olduğu anlamına gelen ifadeler kullanmışlardır.
“Bu şehri İstanbul ki bimüslü bahadır
Bir sengine yekpare acem mülkü fedadır”
Ancak, bu beytin içerisinde, bir rahatlığın ve keyfiliğin buram buram tüttüğünü hemen görür ve anlayabiliriz. Bir diğer mesele, bu beytin kapsamına giren vatan parçası İstanbul’dur ve orası övülmektedir. İstiklal Marşı Şairine göre ise sadece İstanbul değil, vatanın her bir taşı mukaddestir, mübarektir. İstanbul ile Kayseri, Bursa ile Çankırı’nın yahut Kurşunlu ve oraya bağlı Hacımuslu Beldesi’nin bir farkı yoktur.

Geçmiş dönemlerde, vatan sathı üzerinde, hem de san’at adına yapılan bu ayrım, Milli Mücadele döneminin hazan güfteleri şakıyan bülbülünde görülmez. O birlikteliğe inanmıştır. Kararan vatan afakını iman ve azmin şimşek parıltılarıyla aydınlatan bu heybetli avize, millet evlatlarına ışık şaçmış, ümid vermiştir.

Yanlışları tashih!
İstiklal Marşımız üzerinde yıllardan beri imla hataları yapılmakta ve ne hikmetse kimse buna ses çıkarmamaktadır. İstiklal Marşı gibi önemini vurgulamaktan aciz kaldığımız bir Destan üzerinde böyle hatalar nasıl yapılır, şaşmamak elde değil!
Trafikte zarar görmeden yol alabilmeniz trafik işaretlerine uymakla mümkündür. Hiç bir işaretin manasız ve gereksiz olduğunu söylemeye, işaretlere uymamaya hakkımız yoktur.
Aynı şeyleri bir şiir yahut nesir için düşünecek olursak, onları anlaşılır kılan, içlerine konmuş olan nokta, virgül, ünlem vd. gibi maksatlı ve anlamlı bir çok işarettir. Yanlış yere koyacağınız bir virgül, cümledeki anlamı yüzde yüz bozabilir. Konmaması gereken bir yere koyacağınız bir ünlem işareti, mana ve maksadı amacının aksine doğru, pekala değiştirebilir. İşte bir örnek: İstiklal Marşı’nın, birinci mısrasının ilk kelimesinden sonra konan ünlem(!) işareti böylesi bir galat hatadır.
Şimdi İstiklal Marşı’mızın birinci mısrasını yanlış ve doğru şekilde yazalım:
“Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;”
Yukarıda yazdığımız mısrada hatalı konan bir ünlem işareti yüzünden yanlışlık vardır. Çünkü “Korkma” kelimesinden sonra ünlem konmuştur. Oysa İstiklal Marşı’nın orjinalinde bu mısra: “Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;” şeklinde yazılmakta olup, “Korkma” kelimesinden sonra virgül işareti konmaktadır. Doğru olan da budur. Elbette başka hatalar da yapılmaktadır.
Yapılan bu tür yanlışlar ta 1960’lı yıllarda, büyük dil üstadı, rahmetli Nihat Sami BANARLI Bey tarafından tespit edilmiş, komuoyuna duyurulmuştu.
Ama ne hikmetse bilhassa aydınlarımız bu konu üzerine fikir serdeden, kitap yazanlar ve hatta branşı Akif ve SAFAHAT üzerine çalışmak olan Sayın yazar ve profesörlerimiz aynı yanlışı yapmakta ısrar etmektedirler. Bu konu üzerine çalışanların hassas olması gerekir. Çünkü bu, en azından İstiklal Marşı’nın yazarına bir vefa borcudur. İkinci olarak Türk Milleti’ne saygı göstermektir. Tabi bu ifadelerin tersi de doğrudur.
Efendim bir ünlem işaretinin ne önemi var? diyebilecek bir kimse aramızda var mıdır? Kaldı ki oraya ünlem mi konacak, virgül mü konacak bunu herhalde Diller alimi olan M. Akif, hepimizden daha iyi bilir. Bize düşen orjinale sadakattir.
Bu konuda isim vermek, daha başka hataları ortaya koymak mümkün. Ama biz istiyoruz ki bir şey yapmaya çalışırken, bir yerleri de yıkmayalım. Para vererek kitaplarını alıp okuduğumuz yazar ve Profesörlerimiz, bu konuda daha hassas olmalı, yahut konu hakkında açıklama getirmeliler, diye düşünüyorum.
İnşaallah Diyanet Aylık Dergi sayesinde kamuoyu bu konu üzerinde gereken hassasiyeti gösterir ve yanlışlar tekrar edilmez.

Bitirirken...
İstiklal Marşı’mızı, bu konudaki bilgi ve belgeleri, eksiksiz bilmek zorundayız. Bilmediğimiz zaman kimsenin ayıplamadığı, garip karşılamadığı bilgiler olduğu gibi; olmazsa olmaz kabilinden şeyler de vardır. İşte İstiklal Marşı bunların en başında gelmektedir.
Bu hüküm aydınıyla avamıyla bir milletin hepsi için geçerli olduğunu unutmamalıyız. Bununla birlikte, konunun aydınlarınmız için çok daha fazla önem arzetttiği açıktır.
Son olarak bu konuda şunları ilave edebiliriz. (İstiklal Marşı’mızın yazılış ve 1. TBMM’de kabul ediliş öyküsünü geçen sene Diyanet Aylık Dergide işlemiştik. Onun için aynı şeylere değinmiyorum.)
İstiklal Marşı ilk defa 17 Şubat 1337 (1921) tarihinde, Ankara’da Sebilü’r-Reşad Dergisi’nde yayınlandı. Bu ilk yayınında beşinci kıtasındaki “uğratma” kelimesi “bastırma” şeklinde iken, sonradan M. Akif Bey tarafından değiştirilmiştir.
Bunun dışında İstiklal Marşı’mızın ilk metni ile sonrakiler arasında hiç bir fark yoktur.
Marş’ın Meclis’teki esas kabülü 12 Mart 1337 (1921) tarihinin ikinci celsesinde oldu.
İstiklal Marşı 41 mısradır. Aruz vezniyle yazılmıştır.
Mısralar: Feilatun/ feilatun/feilatün/feilün, veznindedir.
İstiklal Marşı şairinin şu duasıyla konuyu bitiriyorum:
“Allah bu millete, bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın” Amin!

 

İstiklâl Marşı’mızın besteleniş hikayesi

Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin de bir milli marşı olmalıydı. Daha Cumhuriyet kurulmadan İstiklâl Savaşı sırasında, Garp Cephesi Komutanlığı’ndan bu arzu doğmuştu. Durum, sonradan Maârif Vekili olan Hamdullah Suphi’ye havale edildi. Böylece Türk milli marşı olarak "İstiklâl Marşı" adı ile yaptırılacak marşın hazırlıklarına girildi. Beste ve güfte için beşer yüz lira armağan kararlaştırılarak genelge ve mektuplarla bütün yurda duyuruldu.

Önce şiir seçilip sonra beste yarışması açılacaktı. Şiir yarışmasına yurdun dört bir yanından tam 724 şiir gönderildi. Komisyon bunlardan yedisini seçerek bastırdı ve meclis üyelerine dağıttı.

Atatürk’ün başkanlığında TBMM’nin 12.03.1921 günkü celsesinde Mehmet Akif Ersoy’un şiiri defalarca okutturularak alkışlar arasında milli marş olarak bestelenmek üzere seçildi.

Beste yarışması ise güfte kadar ilgi görmedi. Bu da memleketin o zamanki musiki durumunu yansıtmaktadır. Beste yarışmasına ancak 24 besteci katılmıştı. Bunlardan bazıları şunlardır:

Ahmet Cemalettin Çinkılıç, Ahmet Yekta Madran, Ali Rifat Çağatay, Asım Bey, Bedri Zabaç, Hasan Basri Çantay, H. Saadettin Arel, İsmail Hakkı Bey, İsmail Zühdü, Kazım Uz, Lemi Atlı, Mehmet Baha Pars, Mustafa Sunar, Rauf Yekta, Saadettin Kaynak, Zati Arca, Zeki Üngör.

Güfte yarışması sonuçlandırıldıktan sonra Anadolu’daki savaş iyice kızıştığı sıralarda beste yarışması ilgisini tabii olarak kaybetmiştir. Buna rağmen muhiti olan bestekârlar faaliyetten geri durmamışlar ve kendi bestelerini yaymaya uğraşmışlardır.

O sıralarda Edirne’de müzik öğretmeni bulunan Ahmet Yekta Madran, kendi marşını Edirne ve havalisinde yaymaya ve söyletmeye başlamıştır. İzmir’de müzik öğretmeni bulunan İsmail Zühdü de kendi marşını İzmir ve havalisi ile Eskişehir’de yaymakta idi. Ankara’da da Zeki Üngör’ün marşı söylenmekte olup İstanbul’da ise iki marş söylenip yayınlanmaktaydı. Bunlar da İstanbul tarafında bir çok mekteplerde öğretmenlik yapan Zati Arca’nın, Kadıköy tarafında ise Ali Rifat Çağatay’ın bestesi söylenmekteydi.

Bu durum birkaç yıl böylece devam etmiş ve 1924’te Ankara’da maârif vekaletinde toplanan bir kurul, Ali Rifat Çağatay’ın marşını resmi marş olarak kabul ederek ilgili kurullar ile bütün okullara bildirmiştir. Bu marş, 1924’ten 1930 yıllarına kadar söylenip çalındıktan sonra 1930 sıralarında yeni bir emirle Riyaseti Cumhur Orkestrası şefi Zeki Üngör’ün bestesi milli marş bestesi olarak kabul edilmiştir.

Zeki Üngör, İstiklâl Marşı’nın besteleniş hikayesini şöyle anlatmıştır:
"İstiklâl savaşının devam ettiği sıralarda ben, Muzika-i Humayun muallimi idim. Yani doğrudan doğruya Saray’a ve Vahdettin’e bağlıydık. Bando, Fasıl Takımı ve Orkestra benim emrimde idi.

Şişli’de Uğurlu Han’ın 4 numarasında oturuyordum. Kurtuluş ordusu süvarilerinin İzmir’e girdiklerinden iki veya üç gün sonra evimde, Talim-Terbiye Heyeti azası ve terbiye mütehassısı dostum Haydar merhumla oturuyorduk. Kapı çalındı. İlkokul öğretmeni İhsan merhum geldi. Büyük bir heyecan içinde, süvarilerin İzmir’e girişlerini anlatmaya başladı. Hepimiz coşmuştuk. Hemen kalkıp piyano başına geçtim. Ve derhal içimde doğan parçayı çalmaya koyuldum.

İlk etapta marşın giriş kısmındaki akoru oluşturdum. Bu şekilde iki, üç mezür yaptım. Arkadaşlarım: "Aman dediler, bu çok güzel bir şey olacak." Bunun üzerine İhsan’a İzmir’in kurtuluşunu ve büyük zaferi bütün teferruatı ile anlatmasını rica ettim. O anlattı, ben çaldım. Böylece kısa zamanda eserin taslağı ortaya çıktı. Ertesi gün de çalıştım. İki gün sonra beste bitti. Götürüp arkadaşlara gösterdim. Çok beğendiler. Bunun üzerine bu müziği milli marş olarak takdime karar verdim. Kıymeti hakkında daha kat’i bir fikir edinmek maksadıyla da besteyi Viyana Konservatuarı direktörüne gönderdim. On gün sonra direktörden gelen mektupta, eserin çok orijinal bulunduğu ve melodisinin Türk milletinin ihtişamına yakışacak şekilde olduğu belirtilerek tebrik ediliyordum.

Bu mektup geldikten on beş gün sonra beni Ankara’dan çağırdılar, gittim. Bana Muzika-i Humayun’u bütün kadrosu ile Ankara’ya nakletmek vazifesi verildi. Bunun üzerine tekrar İstanbul’a döndüm. Ve Ankara’ya ilk olarak başlarında piyanist Sabri’nin bulunduğu beş kişilik bir heyet yolladım. Vahdettin henüz padişah olduğu için bu işleri gizli yapıyorduk. Bir ay sonra da kimseye bir şey söylemeden Ankara’ya gittim. Ve hemen İstanbul’daki arkadaşları bir telgrafla çağırdım. Üç gün sonra geldiler. Böylece milli marşı bu heyete ilk defa Ankara’da verilen o baloda Atatürk’ün huzurunda çaldık. İşte milli marş böyle bestelendi.”

Bestekarın bu anlatışından, eseri önce sözsüz olarak bestelediği ve daha sonra Mehmet Akif’in şiirini besteye giydirdiği anlaşılmaktadır. Bu sebepten meydana gelen prozodi hataları, eser hakkında sonradan yapılan tenkitlerin başlıcası olmuştur. Bestekar yukarıdaki beyanatının bir yerinde her ne kadar, "Bu müziği milli marş olarak takdime karar verdim" diyorsa da, eserdeki ses sahasını halk tabakasını nazara almadan kullanması bestenin milli marş olarak bestelenmediğini meydana çıkarmaktadır. Marştaki bu teknik hatalardan başka ses ritminden ağır çalınıp söylenmesinde bestekarın kusuru başta gelmektedir. Besteci bu durumu şöyle anlatmıştır:

“Ben İstiklal Marşı’nı bestelerken kulaklarımda İzmir’e koşan atlıların dörtnal sesleri vardı. Eserin başında metronomu (1 dörtlük=80) olan bir eser hiçbir vakit cenaze marşına benzemez.

Plaklardaki ağır tempolu çalınışı ise; "Sahibi’nin Sesi" stüdyosunda orkestra ile plağa çaldığımız zaman teknisyenler, bunun çok süratli bir marş olduğunu ve dolayısıyla plağın ancak yarısını doldurduğunu söylediler. Bu sebeple plağın aynı yüzüne bir marş daha çalmamızı rica ettiler. Ben böyle bir teklifi kabul edemezdim. O anda aklıma bir şey geldi: "Marşı biraz ağır çalalım, böylece plak dolar. Sonra çalınırken gramofon biraz hızlıya ayarlanır, olur biter" dedim. Bu fikir pek münasip görüldü ve dediğim gibi yapıldı. Fakat bilahare böyle bir fikir vermekle hata ettiğimizi anladım. Çünkü marş çalınırken gramofonun hızlıya ayarlanması icap ettiğini kim bilebilirdi?”

Görüldüğü gibi tam bir alaturka davranışla İstiklal Marşımızın en can alacak noktası; ritmi, ölü doğrulmuştu.

Plak yayıldıktan sonra ağır ritim de hafızalara yerleşti ve besteci ölümüne kadar bu ağır ritmi yürüğe götürmeye uğraştı durdu.

Ayrıca, marşın Türk temlerini ifade etmediği ve hatta “Karmen Silva” isimli bir operetten alındığı da iddia edilmiştir.

Daha sonra marşın değiştirilmesi tezi ortaya atılarak yetkili yetkisiz türlü şahıslar tarafından türlü fikirler ileri sürülmüşse de değiştirilmesi fikri tutmamıştır.

Bu konudaki makul olan umumi kanaat; her ne kadar yeniden daha iyisini yapmak imkansız değilse de eskisinin artık tarih olmuşluğu hakikati nazara alınarak, bunun üzerinde gerekli rötuşlarla mevcudu onarmaktır.

BAYRAK
          Türk milleti,yüzyıllar boyu hürriyet ve istiklâlini çağdan çağa taşıyarak,millî varlığını günümüze kadar sürdürmüş ve de sonsuza kadar götürmeye azmetmiştir.
          Tarih boyunca hiçbir millet,Türkler kadar fedakârlık ve kahramanlık dolu günlerle,benzeri görülmemiş acımasız,hain düşmanlarla  karşılaşmamıştır. En kötü ve elverişsiz şartlar altında dahi,hiçbir kuvvet milletimizi  millî değer ve varlığından ayıramamış ve ondan koparamamıştır. İşte bu millî ve vazgeçilmez değerlerin başında Bayrak,Vatan ve Millet sevgisi gibi uğrunda  canlarını çekinmeden feda edeceği anlamlı ve mahiyeti çok yüksek idealler vardır.
           Bu ideallerin sonsuza dek devam etmesi ,yeni yetişmekte olan,nesiller arasında yeşermesi,serpilip büyümesi ve pekişmesi en büyük mefkuremizdir.
           Milletlerin geleceği;yeni yetişen kuşakların fikir yapısına,anlayışına ve yetişme tarzına bağlıdır. Bugünkü Türkiye  Cumhuriyeti şanlı tarihimizin  ve Atatürk’ün bize mirasıdır. Bu kutsal mirasın muhafaza ve müdafaası ,ordumuz ve milletimizin yanında,bizzat Atatürk tarafından gençliğe emanet edilmiştir. Türk Gençliği de bu emaneti yani Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini,onun kutsal değerlerini ,özenle damarlarındaki asîl kandan aldığı kuvvetle koruyacaktır.
            Tüm dünya devletlerinde olduğu gibi bizde de egemenlik,hürriyet ve bağımsızlığın sembolü Bayraktır .
             Yüce bayrağımız,cennet vatanımız uğruna canını feda eden şehitlerin kanlarının bedelidir. Türk Bayrağı kahramanlıklarla doğmuş,rengini kanımızdan alan hürriyet ve istiklâlimizin ebedî simgesidir.
             Hür bayraklarının gölgesinde İstiklâl Marşını gönülden benimseyen ve söyleyen nesiller,nasıl bir ecdadın mensubu olduğunu anlar. Millî şuur ve benliğini kazanır,kim olduklarının idraki içine girerler.
             Birlik beraberliğimizin  sembolü,devletimizin ve milletimizin istiklâl ve hürriyet meş’alesi,gurur ve şeref nişanımız olan ay yıldızlı şanlı Bayrağımız,şehidimin son örtüsü,barışın güvercini,savaşın kartalı,yüksek yerlerde açan çiçeğim,tarihim,namusum,şerefim,şiirim ve her şeyimizdir.
           Herkesin bildiği gibi ülkemizin bu kutsal toprakları tarihe sığmayan şanlar sayesinde,ölümden korkmayan canlar sayesinde ve Bayrağımıza renk veren kanlar sayesinde vatan olmuştur.Yüce milletimiz bu sayede istiklâl ve hürriyetine  kavuşmuştur. Bu gün üzerinde yaşadığımız bu kutsal toprakların  her karışı şehitlerimizin kanıyla yoğrulmuştur. Onlar yüce bayrağımız uğruna kendi kanlarını akıtarak,canlarını vererek bu toprakları VATAN yapmışlar ve bu vatanı ve BAYRAĞIMIZI bizlere emanet etmişlerdir.
              Üzerindeki yaşadığımız bu toprakların etrafındaki millî sınırlarımız cetvelle çizilmemiştir. İstiklâl savaşında kadını erkeğiyle ,doğulusu batılısıyla,güneylisi kuzeylisiyle bütün milletimizin büyük Atatürk’ün etrafında kenetlenerek ,omuz omuza vererek ,göğüslerini siper ederek,millî sınırlarımız kanlarımızla çizilmiştir.
           Türk Milleti olarak en büyük emelimiz ; bu kadar pahalı kazanılan İstiklâlimizin sembolü olan şanlı Bayrağımızı , bu günde ülkemizin her köşesinde,şanlı ufuklarımızda ebediyen dalgalandırmaktır. Bayrağımız gölgesinde  barındırdığı tüm insanları kucaklamakta ,sevmekte ve bağrına basmaktadır. Ancak bağrına bastığı bu insanlardan kendisine kusursuz sevgi ve saygı gösterilmesini istemektedir.
             Bayrağımız kendisine saygısızlık eden insanları asla affetmez . Ve Bayrağımıza saygısız davranışların sonunun hüsran olduğu ve olacağı herkes tarafından açıkça bilinmelidir.
             Atamdan yadigar kalan ruhuma aşk,umut saçan,ey mavi göklerin süsü,gururu,ey cennet yurdumun sönmeyen nuru,sevgimi,aşkımı anla Bayrağım,dalgalan şerefle şanlı Bayrağım.
              Vatanını canından aziz bilen senin kutsallığına gönülden inanan,gönülden ay yıldızına vurgun insanlar olarak seni layık olduğun yücelikler de tutmak ve görmek,milli bir ödev,namus borcu ve şerefli bir sorumluluktur.
              Tarihimiz , şerefimiz , hürriyetimiz , birlik – beraberliğimizin  ve devletimizin sembolü,Millî seciyemizin, millî ülkümüzün meş’alesi ŞANLI BAYRAĞIMIZ.
               Şairin ifadesiyle;
               “Bayrakları Bayrak yapan üstündeki kandır,
                Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır.”
 
              Yüce bir millet ve onun şanlı mensupları olarak bayrağımızı dimdik ayakta tutmak ve onu ebediyen dalgalandırmak için ,her zaman olduğu gibi bugünde birlik beraberlik içinde olmamız,bölücü,parçalayıcı ve yıkıcı unsurlara karşı son derece uyanık olmamız gerekmektedir.
Aziz Milletimizin varlığını,sonsuza dek sürdüreceğinin müjdesi olarak,tarihe ve millete mal olan İstiklâl Marşımızın son kıtasında merhum Âkif şöyle sesleniyor:
             “Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl;
              Olsun artık dökülen kanlarımızın hepsi helâl;
              Ebediyen sana yok,ırkıma yok izmihlâl ;
              Hakkıdır,hür yaşamış bayrağımın hürriyet;
              Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl ! “
         Bilindiği gibi 12 mart 1921 tarihinde  İstiklâl Marşımız  kabul edilmiştir. Bu vesile ile ebediyen söylenecek olan Millî Marşımızın kabulünün 81 nci yıldönümünü kutluyorum.
         Bayrağımızın sonsuza dek dalgalanması dileğiyle , Yüce Atatürk ,İstiklâl Marşımızın yazarı merhum Mehmet Âkif Ersoy ve  şehitlerimizi minnet,şükran ve rahmetle anıyoruz.

Mehmet Akif ERSOY
      Millî şairimiz Mehmet Âkif, Arnavutluğun İpek Kasabası Susişa Köyü'nden İstanbul'a gelerek, çalışkanlığı, azmi, iradesi ve başarısı sayesinde Fatih Medresesi Müderrisliğine kadar yükselmiş, titizliği ve temizliği sebebiyle "Temiz Tahir Efendi" diye adlandırılan bir babanın oğludur. 1873 yılında İstanbul’da doğan Âkif, ailesinin ilk çocuğudur.
     1889 yılında babasının vefatının ardından evlerinin yanması, Âkif'i yoksulluğa sevk etti. Bu felaketlerden sonra ailenin bütün yükünü üzerinde hisseden Âkif, Mülkiye Okulunu  bırakarak Halkalı Baytar Mektebine yatılı öğrenci olarak girdi. Daha çocukluğundan itibaren planlı, programlı ve disiplinli bir hayat yaşamaya alışan Âkif'in güreş, yüzme, yürüme, koşma, uzun atlama, ata binme gibi spor dallarında gösterdiği üstün başarılar, yabancı dil öğrenmesine mani olmadığı gibi, derslerinden de tam not almasını engellemedi.
      Şiirde ilerlemek ve yeni bir tarz geliştirmek için Arap Edebiyatı’nın ve özellikle şiirinin bilinmesi gerektiğine inanan Âkif, titiz bir çalışma ile bu edebiyatı incelemeye başladı.
Baytar Mektebi'ni de birincilikle bitiren Âkif, 750 kuruşla memuriyet hayatına başladı. 3-4 sene Rumeli, Anadolu, Arabistan'da hayvan hastalıkları üzerine görevler yaptı. 1894 yılında İsmet Hanım’la evlendi. Bu evlilikten Cemile, Feride, Suat, İbrahim Naim, Emin ve Tahir adlı altı çocuğu oldu. 
      Âkif, 1906 yılında Halkalı Ziraat Mektebinde hocalık yapmaya başladı. Ardından Çiftcilik Makinist Mektebi’nde dersler verdi. 1908’de de İstanbul Üniversitesi’nde  Edebiyat öğretmeni oldu.. Felaketlerin art arda geldiği bu anda bir de Arnavutluk isyanı baş gösterdi.
"Dedemin sürdüğü, can ektiği toprak gitti" gibi içli feryatlarla karşıladığı bu melun hareketi hazmedemedi.
"Söyle, ey şehit, öpeyim secde edip toprağını:
Yok mudur sende Murad'ın iki üç damla kanı?"
diyerek, Balkanlarda yaklaşan tehlikeyi ve mazinin zaferlerle dolu günlerini hatırlattı.
Milletin ümidini kaybetmeye başladığı bir anda, "Felaketler milletin geleceğini tayin edemez, millet felaketlerin şaşkınlığından kurtulur, kendini toparlayabilirse; yaraları sarar, acıları dindirir ve kaybettiklerini kaybettiği yerde tekrar bulur" düşüncesiyle son çare olarak millete döndü, sönmeye yüz tutan ümit ışığını;
”Geleceği karanlık görerek azmi bırakmak...
Alçak bir ölüm varsa, eminim, budur ancak!
...
Sahipsiz olan memleketin batması haktır;
Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır,"
Gibi mısralarla alevlendirdi. Bu iman ve heyecan dolu satırlar dilden dile vatan sathına yayılınca, vatanın her yerinde bir canlanma görüldü ve Balkan faciasının yaraları el birliği ile sarılmaya başlandı.
       Birinci Dünya Savaşı sona erdikten sonra galip devletler, Osmanlı Devletini tasfiye ile kalmayarak, Türk'ün öz yurdunu parçalamak niyetiyle vatanın her tarafına saldırmaya başlamışlardı. İzmir'in Yunanlılar tarafından işgali ve katliamlara girişmesi üzerine Ayvalık ve Karasi tarafında başlayan milli direniş hareketi gönüllere umut ışığı olmuş, Anadolu halkını ayağa kaldırmıştı. Mehmet Âkif artık İstanbul’da duramazdı. Hemen Balıkesir'e giderek Zağanos Paşa Camii'nde bir hutbe okudu. Türk'ün İstiklâl davasına kayıtsız kalanları, sözleri ile sarstı:
"Cihan alt-üst olurken seyre baktın öyle durdun  da,
Bugün bir serserinin, derbedersin kendi yurdunda..." 
diyerek kulaklarda ve vicdanlarda ebediyen çınlayacak sesler bırakarak İstanbul'a döndü.
İstanbul'dan deniz yoluyla İnebolu'ya, oradan da Ankara'ya geçti. Konya isyanı üzerine Konya'ya giderek ayaklanmanın bastırılmasında büyük rol oynadı. Zamanın şartları içerisinde basının çok tesirli bir silah olduğunu bilen Âkif, Kastamonu'ya geldi ve Eşref Edip'le beraber "Sebilü'r-Reşad" gazetesini çıkarmaya başladı. Gündüzleri Nasrullah Camii'ni hınca hınç dolduran cemaate, geceleri Yılanlı Tekkesi'ne gelen halka verdiği vaazlar, neşredilerek memleketin her tarafına dağıtıldı.
Kalpten dualarla halkın maneviyatını yükseltip, Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasında büyük rol oynadı.
     Böylece, Antep "Gazi" oldu, Maraş "Kahraman". Urfa "şan"ını korudu ve bütün Anadolu şahlanarak vatanını, dinini ve namusunu korumak için and içti. Daha sonra Burdurluların isteği üzerine Burdur milletvekili oldu.
       Yunan ordusunun Ankara'ya doğru ilerlemesi karşısında, başta Mustafa Kemal olmak üzere, birçok devlet büyüğü meclisi Kayseri'ye taşımaya karar vermiş ve mühim bir kısım evrak sevk edilmişti. Fakat Akif , Kayseri'ye taşınmanın bir dağılma olacağını, tekrar toparlanmanın güçleşeceğini düşünüyordu. Sakarya'da yeni bir müdafaa hattı kurulup düşmanın orada karşılanmasını teklif etti. Teklif görüşülüp kabul edildi.
      Gönüllerindeki ümit ve iman ışığı gün geçtikçe güçlenerek, İstiklâl şafağını söktürmeye hazırlanıyordu. Bunun için şafak rengi ile dalgalanarak, bayrağa ses ve nefes olacak bir marşa ihtiyaç duyuluyordu. Bu gaye ile Maarif Vekaleti (Milli Eğitim Bakanlığı) bir yarışma açtı. Fakat yarışmaya katılan 724 şiir arasında, milletin müşterek iman ve heyecanının terennümü temin edilememişti. Âkif 500 lira mükafat konduğu için yarışmaya katılmamış, Mecliste ise en güzel marşı ancak Mehmet Akif'in yazabileceğine dair ortak bir kanaat vardı. Bunun için zamanın Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi; "Pek aziz ve muhterem efendim..." sözleriyle başlayan bir mektupla, Âkif'e rica ve müracaatta bulunarak onun yarışmaya katılmasını sağladı. Bu rica üzerine Âkif, Taceddin Dergahında odanın bir köşesine çekilerek yazmaya koyuldu. Günlerin ardından nihayet, milletin imanını ve heyecanını dile getirdiği marşı bitirdi; vatanın, milletin ve dinin bekçisi olan "Kahraman Odumuza" ithaf ve millete armağan etti. Bu kutsi armağan 12 Mart 1921 Cumartesi günü saat 17'45 te, Milletvekilleri tarafından dört defa ayakta dinlenip, alkışlanarak, ittifakla kabul edildi. Mükafat olarak verilen 500 lirayı da orduya hediye etti.
"Doğacaktır sana vadettiği günler Hakk’ın,
Kim bilir, belki yarın.. Belki yarından da yakın,"
şeklinde İstiklâl Marşımızda en güzel ifadesini bulan bu müjdenin de gösterdiği gibi, güneşin doğacağı geceden belli olmaya başlamıştı. Çünkü ayyıldızlı bayrağı semalardan inmeyen millet, bu yolda sonsuza kadar azimle yürüyecekti.
      Nihayet bu heyecan, ıstırap, savaş, ümit ve zafer dolu yıllardan sonra, İstiklâl Savaşının İstiklâl Marşı Şairi Mehmet Âkif Ersoy, bir İstiklâl Madalyası ve bir mavzer tüfeği ile, 1923'te Ankara'dan İstanbul'a döndü.
      Abbas Halim Paşa'nın daveti üzerine Mısır'a gitti. 1926 dan itibaren Ezher Üniversitesi’nde Türkçe dersleri vermeye başladı. Vakit buldukça da Kur'an-ı Kerim tercümesi ile uğraşıyordu. Bu arada Siroz hastalığına yakalandı. Önceleri hastalığın ehemmiyetini anlayamadı ve hava değişikliği ile geçeceğini düşünerek Lübnan'a gitti. Ağustos 1936'da Antakya'ya geldi. Mısır'a hasta olarak döndü. Hastalık onu harap etmiş, bir deri bir kemik bırakmıştı; İstanbul'a geldi. Hastaneye yatıp, tedavi gördü. Fakat hastalığının önüne geçilemedi.
      Bir gün hasta yatağında yatarken Hakkı Tarık Us'un da aralarında bulunduğu misafirler, Akif'i ziyarete gelmişlerdi. Sohbet ederlerken söz İstiklâl Marşı’na geldiğinde misafirlerden biri:
-Acaba, İstiklâl Marşı yeniden yazılsa daha iyi olmaz mı? Demişti, Bîtap bir halde yatmakta olan Akif birdenbire başını kaldırarak kesin bir edâ ile:
-Allah, bu Millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın!.." demişti.
"Çöz de artık yükümün kördüğüm olmuş bağını
Bana çok görme İlâhî bir avuç toprağını..."
diyerek, kendisini kaderin tecellisine bıraktı. Fakat sevinçliydi. Çünkü Mısır'dan döndüğü gün: "Ne mutlu bana ki, Peygamberimin yaşında öleceğim" demişti. Bu makbul dua aynı yıl tecelli etmiş olmalı ki, İstiklâl Marşı Şairi Mehmet Âkif, 27 Aralık 1936'da 63 yaşında İstanbul'da vefat etti. Ertesi gün Edirnekapı'daki şehitliğe defnedildi. Saygıyla anıyoruz.


 
 
  Bugün 37 ziyaretçi (45 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol